Ye kürküm ye

Akşehir’in beyleri Nasrettin Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca nereden bilsin; davete, günlük kıyafetiyle katılmış. Katılmış ama ne hoş geldin, ne sefa getirdin diyen var.

Herkes, allı pullu kıyafetlilere el pençe duruyormuş. Hoca, bir koşu evine giderek, sandıktaki işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az evvel hoş geldin bile demeyenler, önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı, yere göğe sığdıramayıp başköşeye oturtmuşlar. Kuzunun en hasını önüne koymuşlar. Herkes Hoca’nın yemeğe başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya, bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış.

- “İlahi Hoca, demişler, kürkün yemek yediğini kim görmüş?”

Hoca taşı gediğine koymakta gecikmemiş:

- “Eee Kürksüz adamdan sayılmadık… İtibarı o gördü, yemeği de o yesin” demiş.

Bu hikâyeyi buraya kadar herkes bilir. Hikâyenin bundan sonraki bölümünde ne olmuş acaba?

Hoca kürkünü doyurduktan ve ahaliye bu cevabı verdikten sonra o davette rahatça oturmaya devam edebilmiş mi? Yoksa ahali “kürk kalsın sana güle güle” mi demiş?

Kürk kimi zaman mal- mülk olur kimi zaman ise makam-mevki.

            Âdemoğlu mala mülke, makam mevkie eskiden beri pek bir kıymet vermiştir. Lüks bir aracın restoranın önüne yanaşmasıyla bitiveren vale araçtan inen zatın gözüne nadiren bakar. Genelde aracı süzerek gelir ve hoş geldiniz derken aslında araç sahibine değil araca demektedir. Bu yüzden oradan ayrılırken genelde sessiz olurlar. Aynı mekâna bir hacı muratla gittiğinizde ise aynı vale bu kez sizin gözünüze “hayırdır ne işin var burada” der gibi bakar. Ve  “şöyle çek kardeş burayı tıkama” diyerek ön kapıyı gösteriverir aynı zata.

Toplumun genel bir hastalığıdır bu aslında. Vale ile müşteriyi yer değiştirip aynı filmi tekrar oynatsanız da bir şey değişmeyecektir. İstisnalar kaideyi bozmaz. Böyle gelmiş böyle gidiyor.

            Ticarette, siyasette ve bizatihi cemiyetin tamamında sürekli zuhur eden “ ye kürküm ye” realizmi ile menfaatlerin veyahut menfaate dönüşecek yüce beklentilerin ne denli hayata yön verdiği de gözler önüne serilmektedir.

Yüce Allah’ın mahlûkatın en şereflisi olarak yarattığı ve bildirdiği insan, neden bu durumdan sıkılıp şerefini iki paralık eder ve onurunu ayaklar altına alır?  Bu da ayrıca psikiyatrik incelemeye tabi tutulması gereken bir husustur.

Cübbeli Ahmet hocanın son şerefli çıkışı ile aslında insan olmanın çok da zor olmadığını, şerefsize şerefsiz diyebilmenin erdem olduğunu da idrak etmiş oluyoruz.

            Bu ülkeyi bir şekilde bölmeye çalışarak ve bunu siyasi kılıf içerisinde canım cicim şeklinde yedirmeye kalkarak insan onuruna hizmet etmiş olmuyorsunuz. Dünyada birçok şer odağının maddi manevi desteğini alarak ve ayrıca terörizmin tüm pis yöntemlerini kullanarak makam ve mevki sahibi olmanız önce insan sonra adam olduğunuzu göstermemektedir.

Kim bu işi yapıyorsa, yelteniyorsa, niyetleniyorsa şereften, haysiyetten, onurdan yoksundur. Mecliste şerefi üzerine yemin ediyor olmasının da hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamaktadır. Olmayan şeyin üzerine yemin etmek, çocukken bir ayağa havada yemin etmek gibi bir şey olsa gerek.

            İnsan olma onuru ve erdemi saz çalmakla da elde edilip korunmuyor. Bir canı mukaddes bilip, “bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” ayetini düstur edinebildiğimiz anda erdemi sağ yanımıza, “birlikten kuvvet doğar” deyişini hayata geçirdiğimizde de onuru sol yanımıza almış oluruz.

Kimi fani dünyanın gam yükünü kimi ise ham yükünü doldurup gider sonsuz âleme. Bizler gam yükünü dolduranlardan olalım. Olalım ki yaşadığımız hayatın bir anlamı, dünyada kapladığımız hacmin bir ağırlığı olsun.

Ye kürküm ye diyerek, hak etmeden makam mevki, mal mülk edinmişleri şereflendirmeye kalkmayalım.

Çok söz çok şey anlatmaz biliriz. Lakin geçmişten günümüze birikmiş, yumak olmuş o kadar çok mesele var ki bir nebze olsun yolun ucunda ışık görüne diye çabalarız.

Selim Bilâl…………